Büyük buluşma
Fizik ve sanat
Burçin Ünlü
İlk bakışta birbirlerinden çok farklı uğraşlar oldukları düşünülse de, sanat ve fiziğin büyük bir ortak paydası var: İkisinin ilgi alanı da doğadaki estetik. Fizikçiler de sanatçılar gibi, doğadaki güzelliğe bakar, ondan etkilenirler. Bu güzelliğin altında yatan mekanizmayı anlamaya çalışırlar. Bunu yaparken de ressamlar gibi boya değil, matematiğin dilini kullanırlar. Fizikçinin fırçası ve boya kutusu matematiktir.
Hepimiz doğadaki güzellikleri severiz. Sanatçılar ve fizikçiler aslında bu güzelliği dışa vururlar. Bu güzelliğin farklı yüzleri vardır. Hem fizikte hem de sanatta simetri bu yüzlerden biridir. Bir eser ortadan ikiye bölündüğünde bir yarısı öteki yarısıyla aynıysa bu da bir sanattır. Ayna simetrisine etkileyici örneklerden bazıları Yee Sookyung’un Bone Tear adlı heykeli ve Monet’nin A Corner of the Apartment adlı muhteşem tablosudur. Bir sanat eserinde denge önemlidir ve simetri dengeyi sağlamak için sanatçının kullandığı bir unsurdur. Doğada da benzer simetriler vardır. Örneğin İstanbul’daki fizik yasaları Tokyo’da veya Mars’ta aynıdır. Bu bir öteleme simetrisidir. Veya bin yıl önceki fizik yasaları bugün de aynıdır. Bu da zamanda öteleme simetrisidir. Bu simetriler eğitim hayatımızda çokça duyduğumuz enerjinin korunumu, momentumun korunumu gibi yasaların kaynağıdır. Aslında evrende belli ölçeklerde basitliği ve dengeyi simetriler sağlar ve fizikçiler de bu sayede doğayı anlayıp kendi sanat eserleri olan modellerini geliştirebilirler.
2017’de San Francisco Modern Sanat Müzesi'ni (SFMOMA) gezmiş, Celeste Boursier-Mougenot'nun clinamen v.3 adlı eserinden çok etkilemiştim. Eser, suyun üzerinde rastgele salınan yaklaşık yüz kadar irili ufaklı porselen kaseden oluşuyor. Kaselerin birbirine değip tınlamasından son derece orijinal bir müzik çıkıyor. Sanatçı, bu eseri yaparken Romalı filozof ve şair Lucretius'un Şeylerin Doğası Üzerine adlı felsefe kitabından esinlenmiş, atomların ve “şeylerin” doğadaki rastgele hareketinin yarattığı güzelliği anlatmış. Diğer bir rastgelelik örneği de Brownian hareketi. Bir bardak suya mürekkep damlatırsanız mürekkep moleküllerinin su molekülleriyle çarpışıp rastgele hareket ettiklerini görebilirsiniz. Mürekkep suyun içinde olağanüstü bir desen oluşturur, adeta bir sanat eserine dönüşür.
Hatırlar mısınız, okulda fizik derslerinde maddenin üç hali olduğunu öğreniriz. Aslında daha fazladır ama şimdilik bu detayı bir kenara bırakalım. Sanatçılar işte bu hallerin hepsini eserleri için kullanabilirler. Tuval gibi katı yüzeyler, su gibi sıvı yüzeyler, hatta bulut gibi gaz halindeki madde. Bulut fotoğraflarının sosyal medyada bu kadar çok paylaşılmasının nedeni, güzellikleri olsa gerek. Ama bu kez eserin yaratıcısı bir ressam değil, basbayağı doğanın kendisi. Rüzgarsız bir günde gazların, mesela dumanın havada yayılması da benzer şekilde, yani rastgele oluyor. Bu hareketi 1827 ilk gözlemleyen kişi Robert Brown adında bir botanikçi. Ama hareketi matematiğin diliyle açıklayan fizikçi Albert Einstein. Rastgelelik meselesine farklı açılardan bakan filozof Lucretius’la fizikçi Einstein arasında 2000 yıl var.
Einstein 1905 yılında yazdığı doktora tezinde bu hareketi açıkladı. Bu açıklama atomlar ve moleküllerin varlığının ilk büyük kanıtı sayıldı. Fransız fizikçi Perrin ise 1908 yılında bu açıklamayı deneysel olarak kanıtladı ve 1926’da Nobel Fizik Ödülü'nü aldı. Bu neden bu kadar önemli derseniz hemen cevap vereyim: Bu sayede atomların varlığı ilk kez kanıtlanmış oldu. Tek bir mürekkep molekülünün nereye gideceğini bilemesek de milyonlarca mürekkep molekülünün topluca nasıl yayılacağını ve dağılacağını modelleyebiliyoruz. Biz fizikçiler bu modellemeyi difüzyon denklemiyle yapıyoruz.
Sanatçı hayatı kendi süzgecinden geçirerek anlatır. Dışavurumcular ise bunu gerçeğin biçimini bozarak yapar. Fizikçiler de, evrendeki estetik dışında insanın içindeki karmaşıklığı da anlar ve anlatırlar. İnsanın “içiyle” her ne kadar biyoloji ilgileniyor gibi görünse de, son yüzyılda fizikçiler de insan vücudunda olup bitenleri anlamak için çok çaba sarf etmişler. Difüzyon vücudumuzu anlayabilmek için önemli. Örneğin hücrelerimizin yaşayabilmesi için gerekli moleküllerin hücre içine girmesi veya dışına çıkması da önemli bir oranda difüzyon. Fizikçiler bu mekanizmayı çözerek, kanser gibi yaygın ve öldürücü bir hastalığın anlaşılmasına büyük katkıda bulundu. Aynı şekilde röntgen, MRI (manyetik rezonans imaging), ultrason gibi içimizi gördüğümüz yüksek teknoloji gerektiren cihazları fizikçiler icat etti. Tıp fiziği çalışan bir fizikçi olarak, ben de odağımı içimize yöneltmiş durumdayım.
Ressamlar boyalarını bir yüzeye sürer ve resimlerini böylece resim yaparlar. Boyanın üzerine sürüldüğü yüzeyle etkileşimi önemlidir ve bu da fiziktir. Etkileşim doğadaki dört temel kuvvetten biri olan elektromanyetik kuvvet sayesinde olur. Elektronlar, protonlar, atomlar etkileşirler.
Ressam Henri Rousseau "Uyuyan Çingene" tablosunu 1897 yılında bitirdi. Fizikçi J. J. Thomson aynı yıl elektronu keşfetti. Rousseau tablosundaki renklerin kaynağının Thomson'un keşfettiği elektronların ışıkla etkileşimi olduğunu bilmiyordu. J. J. Thomson ise elektronların dalga karakterinden habersiz, onları parçacık zannediyordu. Daha sonraları fizikçiler, elektronların dalga özellikleri olduğunu da gösterdiler. Kuantum mekaniğinin dalga-parçacık ikilemi insana aklını kaçırtacak kadar olağanüstü keşifti. Doğanın atom altı parçacıklarının dünyasında, sürrealistlerin bile hayal edemedikleri çılgınlıkta bir gizem ve estetik vardı. Bu kez fizikçiler, kendilerini farklı şekillerde ifade edecek boyalar ve tablolar, yani matematiksel yöntemler ve modeller peşinde koşmaya başladılar. Schrödinger, Heisenberg, Dirac gibi parlak isimler, atom altı parçacıkların dünyasını anlatan olağanüstü tablonun ortaya konmasına katkıda bulunan fizikçilerden sadece birkaçı. Yirminci yüzyılda geliştirilen kuantum mekaniği sayesinde, renklerin nasıl oluştuğunu da anlamış olduk. Sanat ve fizik bir kez daha buluştu.
Sürrealist ressam Salvador Dali'nin The Persistence of Memory tablosu beni lise yıllarımda çok etkilemişti. Tablodaki yumuşak ve bükülebilir olan saat, sanki zamanın mutlak olmadığını hatırlatıyordu. Başkaları da tabloya benzer anlamlar yüklemiş olacak ki, Dali’nin Einstein’ın görelilik kuramından etkilendiği iddia edildi. Halbuki Dali, kendisine ilham verenin Einstein değil, eriyen bir peynir olduğunu kendisi söyledi. Dali ne derse desin, tablonun bende uyandırdığı his hiçbir zaman değişmedi. Sanatın tam da bu yönünü çok seviyorum. Bir eseri her ne kadar sanatçının dünyasını yansıtsa da, izleyiciyle buluştuğunda ondan kopuyor, değişiyor ve ona bakan gözlemciyle bütünleşiyor. Bazen sanat eseri, sanatçının ifade etmek istediği şeyin çok ötesine geçebiliyor. İşte birçok noktada kesişen sanat ve fizik bu noktada birbirinden ayrılıyor.. Fizik yasaları tüm ‘’ivmesiz’’ gözlemciler için aynıyken bir sanat eseri ona bakan kişiye göre farklı yorumlanabiliyor. Ama fizikte de mutlak olmayan şeyler var. Örneğin hareket bağıl. Hız ve zaman gözlemciye bağlı. Yirminci yüzyılda keşfettiğimiz bu bilgiler sanatçıları da etkilemiş.
The Persistence of Memory tablosuna başka bir açıdan daha bakalım. Salvador Dali, sinirbilim (neuroscience) bilmiyordu. Ama bugün yaşasaydı eminim belleğin oluşumunu sağlayan moleküllere bir mikroskop altında baksaydı, muhtemelen çok etkilenirdi. Sinirbilimdeki önemli konulardan biri de uzun süreli belleğin oluşumu. İnsan beyni nasıl oluyor da yıllarca unutmuyor. Bazı şeyleri özellikle hatırlıyor. Buna The Persistence of Memory denebilir. Belki de Dali, farkında olmadan “hafızanın ısrarcılığını” resmetti.
Bugünün dünyasında, farklı disiplinler gibi görünen sanat, bilim, teknoloji ve tasarımın bir araya gelmesi artık kaçınılmaz. Biz temel bilimciler ve mühendisler açısından görünen köy kılavuz istemiyor ama sanatın da bu ekibe katılması olağanüstü güzellikle "şeylerin" ortaya çıkmasını sağlıyor. Belki bilim yaparken işin sanat kısmını da düşünmek lazım çünkü insan ruhunun bunlara ihtiyacı var.
Çağdaş sanatçılar arasında bilimden, teknolojiden faydalanmak çok yaygın. 2018’de Japonya’da bir konferansta MIT Media Lab'den Hiroshi Ishii hocanın konuşmasını dinlediğimde sanat, bilim, teknoloji ve tasarımın nasıl bir araya geldiklerini görmek beni çok heyecanlandırmıştı. Aynı konferanstaki en büyük tartışma yükselen yapay zekâ karşısında insanın başına geleceklerdi. Birçok kişinin merak ettiği yapay zekanın, sanattaki bir yansımasına bakalım mı? İşleri dünyaca ünlü isimler tarafından fonlanan yeni medya sanatçısı Refik Anadol, Boğaz’ın derinliklerinden aldığı gerçek zamanlı veri ile yarattığı Bosphorus / Boğaz adlı eserini “veri heykeli” diye tanımlıyor. İşte bilim ve sanatın buluşmasına şahane bir örnek daha.
Önümüzdeki çağın sanatçısı, fizikçisi bu dörtlü arasındaki bağları görebilen insanlardan oluşacak. Yalnızca yetenek, bilgi hatta zeka değil, her şeyi bir ağ gibi örebilenler öne çıkacak. Her şeyin çıkış noktası ise yine değişmeyecek: Bilgiyi de estetiği de bize doğa verecek.