7 Eylül 2020 Pazartesi

Büyük buluşma: Fizik ve sanat

Büyük buluşma

Fizik ve sanat

 

Burçin Ünlü

 

İlk bakışta birbirlerinden çok farklı uğraşlar oldukları düşünülse de, sanat ve fiziğin büyük bir ortak paydası var: İkisinin ilgi alanı da doğadaki estetik. Fizikçiler de sanatçılar gibi, doğadaki güzelliğe bakar, ondan etkilenirler. Bu güzelliğin altında yatan mekanizmayı anlamaya çalışırlar. Bunu yaparken de ressamlar gibi boya değil, matematiğin dilini kullanırlar. Fizikçinin fırçası ve boya kutusu matematiktir.

 

Hepimiz doğadaki güzellikleri severiz. Sanatçılar ve fizikçiler aslında bu güzelliği dışa vururlar. Bu güzelliğin farklı yüzleri vardır. Hem fizikte hem de sanatta simetri bu yüzlerden biridir. Bir eser ortadan ikiye bölündüğünde bir yarısı öteki yarısıyla aynıysa bu da bir sanattır. Ayna simetrisine etkileyici örneklerden bazıları Yee Sookyung’un Bone Tear adlı heykeli ve Monet’nin A Corner of the Apartment adlı muhteşem tablosudur. Bir sanat eserinde denge önemlidir ve simetri dengeyi sağlamak için sanatçının kullandığı bir unsurdur. Doğada da benzer simetriler vardır. Örneğin İstanbul’daki fizik yasaları Tokyo’da veya Mars’ta aynıdır. Bu bir öteleme simetrisidir. Veya bin yıl önceki fizik yasaları bugün de aynıdır. Bu da zamanda öteleme simetrisidir. Bu simetriler eğitim hayatımızda çokça duyduğumuz enerjinin korunumu, momentumun korunumu gibi yasaların kaynağıdır.  Aslında evrende belli ölçeklerde basitliği ve dengeyi simetriler sağlar ve fizikçiler de bu sayede doğayı anlayıp kendi sanat eserleri olan modellerini geliştirebilirler.

 

2017’de San Francisco Modern Sanat Müzesi'ni (SFMOMA) gezmiş, Celeste Boursier-Mougenot'nun clinamen v.3 adlı eserinden çok etkilemiştim. Eser, suyun üzerinde rastgele salınan yaklaşık yüz kadar irili ufaklı porselen kaseden oluşuyor. Kaselerin birbirine değip tınlamasından son derece orijinal bir müzik çıkıyor. Sanatçı, bu eseri yaparken Romalı filozof ve şair Lucretius'un Şeylerin Doğası Üzerine adlı felsefe kitabından esinlenmiş, atomların ve “şeylerin” doğadaki rastgele hareketinin yarattığı güzelliği anlatmış. Diğer bir rastgelelik örneği de Brownian hareketi. Bir bardak suya mürekkep damlatırsanız mürekkep moleküllerinin su molekülleriyle çarpışıp rastgele hareket ettiklerini görebilirsiniz. Mürekkep suyun içinde olağanüstü bir desen oluşturur, adeta bir sanat eserine dönüşür.

 

Hatırlar mısınız, okulda fizik derslerinde maddenin üç hali olduğunu öğreniriz. Aslında daha fazladır ama şimdilik bu detayı bir kenara bırakalım. Sanatçılar işte bu hallerin hepsini eserleri için kullanabilirler. Tuval gibi katı yüzeyler, su gibi sıvı yüzeyler, hatta bulut gibi gaz halindeki madde. Bulut fotoğraflarının sosyal medyada bu kadar çok paylaşılmasının nedeni, güzellikleri olsa gerek. Ama bu kez eserin yaratıcısı bir ressam değil, basbayağı doğanın kendisi. Rüzgarsız bir günde gazların, mesela dumanın havada yayılması da benzer şekilde, yani rastgele oluyor. Bu hareketi 1827 ilk gözlemleyen kişi Robert Brown adında bir botanikçi. Ama hareketi matematiğin diliyle açıklayan fizikçi Albert Einstein. Rastgelelik meselesine farklı açılardan bakan filozof Lucretius’la fizikçi Einstein arasında 2000 yıl var.

 

Einstein 1905 yılında yazdığı doktora tezinde bu hareketi açıkladı. Bu açıklama atomlar ve moleküllerin varlığının ilk büyük kanıtı sayıldı. Fransız fizikçi Perrin ise 1908 yılında bu açıklamayı deneysel olarak kanıtladı ve 1926’da Nobel Fizik Ödülü'nü aldı. Bu neden bu kadar önemli derseniz hemen cevap vereyim: Bu sayede atomların varlığı ilk kez kanıtlanmış oldu. Tek bir mürekkep molekülünün nereye gideceğini bilemesek de milyonlarca mürekkep molekülünün topluca nasıl yayılacağını ve dağılacağını modelleyebiliyoruz. Biz fizikçiler bu modellemeyi difüzyon denklemiyle yapıyoruz.

 

Sanatçı hayatı kendi süzgecinden geçirerek anlatır. Dışavurumcular ise bunu gerçeğin biçimini bozarak yapar. Fizikçiler de, evrendeki estetik dışında insanın içindeki karmaşıklığı da anlar ve anlatırlar. İnsanın “içiyle” her ne kadar biyoloji ilgileniyor gibi görünse de, son yüzyılda fizikçiler de insan vücudunda olup bitenleri anlamak için çok çaba sarf etmişler. Difüzyon vücudumuzu anlayabilmek için önemli. Örneğin hücrelerimizin yaşayabilmesi için gerekli moleküllerin hücre içine girmesi veya dışına çıkması da önemli bir oranda difüzyon. Fizikçiler bu mekanizmayı çözerek, kanser gibi yaygın ve öldürücü bir hastalığın anlaşılmasına büyük katkıda bulundu. Aynı şekilde röntgen, MRI (manyetik rezonans imaging), ultrason gibi içimizi gördüğümüz yüksek teknoloji gerektiren cihazları fizikçiler icat etti. Tıp fiziği çalışan bir fizikçi olarak, ben de odağımı içimize yöneltmiş durumdayım.

 

Ressamlar boyalarını bir yüzeye sürer ve resimlerini böylece resim yaparlar. Boyanın üzerine sürüldüğü yüzeyle etkileşimi önemlidir ve bu da fiziktir. Etkileşim doğadaki dört temel kuvvetten biri olan elektromanyetik kuvvet sayesinde olur. Elektronlar, protonlar, atomlar etkileşirler.

 

Ressam Henri Rousseau "Uyuyan Çingene" tablosunu 1897 yılında bitirdi. Fizikçi J. J. Thomson aynı yıl elektronu keşfetti. Rousseau tablosundaki renklerin kaynağının Thomson'un keşfettiği elektronların ışıkla etkileşimi olduğunu bilmiyordu. J. J. Thomson ise elektronların dalga karakterinden habersiz, onları parçacık zannediyordu. Daha sonraları fizikçiler, elektronların dalga özellikleri olduğunu da gösterdiler. Kuantum mekaniğinin dalga-parçacık ikilemi insana aklını kaçırtacak kadar olağanüstü keşifti. Doğanın atom altı parçacıklarının dünyasında, sürrealistlerin bile hayal edemedikleri çılgınlıkta bir gizem ve estetik vardı. Bu kez fizikçiler, kendilerini farklı şekillerde ifade edecek boyalar ve tablolar, yani matematiksel yöntemler ve modeller peşinde koşmaya başladılar. Schrödinger, Heisenberg, Dirac gibi parlak isimler, atom altı parçacıkların dünyasını anlatan olağanüstü tablonun ortaya konmasına katkıda bulunan fizikçilerden sadece birkaçı. Yirminci yüzyılda geliştirilen kuantum mekaniği sayesinde, renklerin nasıl oluştuğunu da anlamış olduk. Sanat ve fizik bir kez daha buluştu.

 

Sürrealist ressam Salvador Dali'nin The Persistence of Memory tablosu beni lise yıllarımda çok etkilemişti. Tablodaki yumuşak ve bükülebilir olan saat, sanki zamanın mutlak olmadığını hatırlatıyordu. Başkaları da tabloya benzer anlamlar yüklemiş olacak ki, Dali’nin Einstein’ın görelilik kuramından etkilendiği iddia edildi. Halbuki Dali, kendisine ilham verenin Einstein değil, eriyen bir peynir olduğunu kendisi söyledi. Dali ne derse desin, tablonun bende uyandırdığı his hiçbir zaman değişmedi. Sanatın tam da bu yönünü çok seviyorum. Bir eseri her ne kadar sanatçının dünyasını yansıtsa da, izleyiciyle buluştuğunda ondan kopuyor, değişiyor ve ona bakan gözlemciyle bütünleşiyor. Bazen sanat eseri, sanatçının ifade etmek istediği şeyin çok ötesine geçebiliyor. İşte birçok noktada kesişen sanat ve fizik bu noktada birbirinden ayrılıyor.. Fizik yasaları tüm ‘’ivmesiz’’ gözlemciler için aynıyken bir sanat eseri ona bakan kişiye göre farklı yorumlanabiliyor. Ama fizikte de mutlak olmayan şeyler var. Örneğin hareket bağıl. Hız ve zaman gözlemciye bağlı. Yirminci yüzyılda keşfettiğimiz bu bilgiler sanatçıları da etkilemiş.

 

The Persistence of Memory tablosuna başka bir açıdan daha bakalım. Salvador Dali, sinirbilim (neuroscience) bilmiyordu. Ama bugün yaşasaydı eminim belleğin oluşumunu sağlayan moleküllere bir mikroskop altında baksaydı, muhtemelen çok etkilenirdi. Sinirbilimdeki önemli konulardan biri de uzun süreli belleğin oluşumu. İnsan beyni nasıl oluyor da yıllarca unutmuyor. Bazı şeyleri özellikle hatırlıyor. Buna The Persistence of Memory denebilir. Belki de Dali, farkında olmadan “hafızanın ısrarcılığını” resmetti.

 

Bugünün dünyasında, farklı disiplinler gibi görünen sanat, bilim, teknoloji ve tasarımın bir araya gelmesi artık kaçınılmaz. Biz temel bilimciler ve mühendisler açısından görünen köy kılavuz istemiyor ama sanatın da bu ekibe katılması olağanüstü güzellikle "şeylerin" ortaya çıkmasını sağlıyor. Belki bilim yaparken işin sanat kısmını da düşünmek lazım çünkü insan ruhunun bunlara ihtiyacı var.

 

Çağdaş sanatçılar arasında bilimden, teknolojiden faydalanmak çok yaygın. 2018’de Japonya’da bir konferansta MIT Media Lab'den Hiroshi Ishii hocanın konuşmasını dinlediğimde sanat, bilim, teknoloji ve tasarımın nasıl bir araya geldiklerini görmek beni çok heyecanlandırmıştı. Aynı konferanstaki en büyük tartışma yükselen yapay zekâ karşısında insanın başına geleceklerdi. Birçok kişinin merak ettiği yapay zekanın, sanattaki bir yansımasına bakalım mı? İşleri dünyaca ünlü isimler tarafından fonlanan yeni medya sanatçısı Refik Anadol, Boğaz’ın derinliklerinden aldığı gerçek zamanlı veri ile yarattığı Bosphorus / Boğaz adlı eserini “veri heykeli” diye tanımlıyor. İşte bilim ve sanatın buluşmasına şahane bir örnek daha.

 

Önümüzdeki çağın sanatçısı, fizikçisi bu dörtlü arasındaki bağları görebilen insanlardan oluşacak. Yalnızca yetenek, bilgi hatta zeka değil, her şeyi bir ağ gibi örebilenler öne çıkacak. Her şeyin çıkış noktası ise yine değişmeyecek: Bilgiyi de estetiği de bize doğa verecek.

 

 

12 Ağustos 2019 Pazartesi

FİZİKÇİLER, BAŞKALARININ BİLMEDİĞİ NEYİ BİLİYOR?



Burçin Ünlü

Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü


FİZİKÇİLER, BAŞKALARININ BİLMEDİĞİ NEYİ BİLİYOR?

Fiziğin yaşadığımız evreni kavramadaki rolünü uzun uzun anlatabilirim.

Fiziğin diğer bilim dallarına katkıları, dahası fiziğin güzelliği hakkında büyük bir zevkle konuşabilirim.

İyi bir fizikçinin, tarihin her döneminde maddi karşılığı da olan verimli bir çalışma hayatı sürebileceğini örneklerle kanıtlayabilirim.

Böylece fizik neden önemli sorusuna yanıt vermiş olurum.

Ama gelin bu yazıda, tüm zamanlara değil, bugüne ve yakın geleceğe odaklanalım.

Fiziğin neden her zamankinden daha önemli, iyi fizikçilerin neden her zamankinden çok daha değerli olduğunu anlayalım.

***

Teknolojiden hiç anlamıyorum diye dertlenen insanlara mutlaka rastlıyorsunuz, hatta belki siz de onlardan birisiniz.

Öyleyse size bir teselli vereyim: Günümüzde teknoloji o kadar karmaşık hale geldi ki artık onu üretenler tarafından bile tam olarak anlaşılamıyor!

Peki bu nasıl mümkün oluyor? Nasıl oluyor da insan kendi geliştirdiği teknolojiyi anlayamıyor?

Bu soruya iki yanıtım var:

Birincisi, tek tek teknolojilerin ötesinde, bu teknolojiler üzerine kurulan sistemler çok karmaşık hale geldi.

Global finans piyasalarını düşünelim. Bilgisayarlar, bilgisayar programları ve yapay öğrenme algoritmaları anlaşılması zor bir sistem oluşturmuş durumda.

İkincisi, direkt teknolojinin kendisi ile ilgili.

Hakikaten, bazı teknolojilerin nasıl çalıştığını onu üretenler bile tam olarak bilemiyor. Bunlara "black box teknoloji" diyoruz.

Veriyi giriyorsunuz bir çıktı alıyorsunuz, işinize de yarıyor ama içeride ne olduğunu tam olarak bilemiyorsunuz.

Gizemli, değil mi?

***

Gelin şimdi bu tabloya fizikçilerin gözünden tekrar bakalım.

İyi fizikçiler aynı zamanda iyi birer matematikçidirler ve bu onlara karmaşık problemleri anlayabilme ve çözebilme becerisini getirir.

Gittikçe karmaşıklaşan dünyada bu becerilere çok daha fazla ihtiyacımız olacağı kesin.

Kuantum fiziğini ve geldiğimiz teknolojik yeterlilik sayesinde uygulamalarına daha sık rastlayacağımız kuantum teknolojilerini düşünelim.

Ortalama bir bilgisayardan yaklaşık 100 milyon kat daha hızlı çalışan kuantum bilgisayarlar, yapay öğrenme alanını derinden değiştirecek. Yapay öğrenme zaten her sektörü değiştirecek. Bugün günlerce süren işlemler yakın gelecekte göz kırpma süresinde tamamlanacak.

Geleneksel sensörlere göre çok daha hassas ölçüm yapabilen kuantum sensörler, güvenlik, savunma ve sağlık sektörlerini değiştirecek. Örneğin quantum sensörler hastalıkları henüz molekül düzeyindeyken yakalayıp teşhis edebilecek.

Kuantum iletişim, sibergüvenlik, kırılamayan şifreler, kırılamayan ağların kurulmasını sağlayacak.

Şimdi herkesin duyacağı kadar yüksek sesle söylemek istiyorum: Sağlıktan güvenliğe, savunmadan ticarete hemen her alanda kişilerin, kurumların ve devletlerin geleceğini belirleyecek olan bu teknolojilerin kalbindeki kuantum fiziği, bugün yalnızca fizik bölümlerinde verilen bir ders. Anlamak için de üretmek için de iyi fizikçilere ihtiyacımız var.

Daha da ileri gideyim, güvenlik, savunma gibi alanlarda “neyse parası veririz”  mantığı ile teknoloji satın alamayacağız. Bunları eninde sonunda kendimiz yapmak zorunda kalacağız.

İşte bu yüzden sadece zenginleşmek için değil, hayatta kalabilmek için de iyi bilim insanlarına, özellikle de iyi fizikçilere ihtiyacımız var.

***

Şimdi bir eğitimci olarak biraz da öğrencilerime rehberlik etmek isterim.

Fizik okuyan ya da bölüme yeni giren gençler, bugünün ve yarının ihtiyaçlarını karşılayan çok iyi bir temel bilimde okuduğunuzun farkında olun.
Fizik okumak iyidir, hakkını verebilirseniz sizi mutlaka geleceğe taşır. O yüzden, kafanızı kaldırın ve geleceğe güvenle bakın.

Kazandığınız üniversitenin bir takım eksikleri olabilir, laboratuvarları yetersiz, öğretim kadrosu eksik olabilir.

Ama unutmayın, artık bir bilgisayar ve bir internet bağlantısı size bütün dünyanın kapılarını açıyor.

Eğitim de, hayat da uzun mesafe koşu.

Kondüsyonunuzun ve psikolojik gücünüzün yerinde olması gerekiyor.

Düşüp düşüp yeniden kalkmaktan, hata yapmaktan korkmayın.

Hayatın başındasınız ve eksiklerinizi tamamlamak için henüz vaktiniz var.

İngilizcenizi mutlaka geliştirin.

Hiç bilmiyorsanız ve öğrenmenin zor olacağını düşünüyorsanız, edebiyat yapacak kadar kusursuz bir İngilizce’ye ihtiyacınız olmadığını, temel olarak fiziğin teknik dilini kavramanız gerektiğini bilin.

Dolayısıyla dil sorununu küçümsemeyin ama fazla da gözünüzde büyütmeyin.

Dünyadaki iyi fizik bölümleri, artık diğer temel bilimlerle, mühendislik bölümleriyle, hatta tıp fakülteleriyle ortak çalışmalar yapabilecek donanımda öğrenciler yetiştirmeyi hedefliyor.

Çift anadal programları da buna hizmet ediyor.

Çift anadal yapın ya da yapmayın, fizikte uzmanlaşacağınız alana göre mutlaka farklı bölümlerden dersler alın.

Yapay öğrenme konusunda gelişmek için bilgisayar mühendisliğinin kapısını çalın ve kodlama dersi alın.

Benim gibi medikal fizik yapacaksanız biyoloji derslerini takip edin.

Yahut sosyal bilimlere ilgiliyseniz sosyoloji, ekonomi, hatta felsefeden dersler alın. Fizik bilginizle felsefeden çok daha fazla keyif alacağınızı görüp şaşırın.


-------



19 Haziran 2019 Çarşamba

Kaya'yı üç ayrı kıtada üç ayrı okula gönderdikten sonra artık ilkokullar üzerine yorum yapabiliyorum.


Öncelikle ilkokulda şapkadan tavşan çıkarmak mümkün görünmüyor. Bu ne Amerika’da ne Japonya’da ne de Türkiye’de mümkün.

Kaya ilk dört yılında Türkiye’de beğendiğim bir özel okula gitti. Ardından beşinci sınıfın ilk döneminde Stanford Üniversitesi’nin yanı başındaki bir eyalet (devlet) okuluna devam etti. Şimdi Japonya’da beşinci sınıfın ikinci dönemini okuyor. Japonya’daki okul maalesef özel okul oldu. Japonca konuşmadığı için Kaya’yı Japon devlet okuluna gönderip eziyet etmek istemedik. Aslında Sapporo’daki okullarda Amerika’dakine benzer şekilde yabancı öğrencilere destek sistemi var. Ama risk almadık.
Kaliforniya’daki eyalet (devlet ) okulu. Kaya’nın Kaliforniya’daki sınıfında 19 öğrenci vardı. Çoğunun anne veya babası Stanford’da hoca. O yüzden eyalet okul sıralamalarda oldukça yukarıda. Kaya biraz yoruldu bu yüzden. Kayanın sınıf arkadaşlarından birinin Infosys’in CEO’sunun oğluydu. Özel okula göndermek yerine bu okula gönderiyordu. Ama çocuğun babasının Hindistan’ın en güçlü 32. kişisi olduğunu anlamamız için birinin bize söylemesi gerekti. Koruma veya şoför olmadığı için anlaması zor. Sabah anne gelip bırakıyor.
1. Bütün okulların ortak olarak tam saha pres yaptıkları konular okuma, yazma becerileri ve matematik eğitimi. Türkiye’deki ve Amerika’daki okul bu konuda çok bastırıyorlardı. Japonya’daki okul biraz daha gevşek. Ama normal bir Japon okulu değil. Tamamen Ingilizce eğitim veren bir uluslararası okul.
2. TR’deki okulumuz Fen eğitiminde hepsinden ileride.
3. Evde tek başlarına yapamayacakları ödev vermiyorlar. TR’deki okulun en beğenmediğim uygulamalarından biri proje ödevleri. Çocuklara tek başlarına yapamayacakları ödevler veriyorlar. Amerika’da ve Japonya’da hiç görmedim.
4. Japonya’da okula terlikle girilmesi bu okulu en sempatik okul yapıyor. Ziyaretçiyseniz girişte ayakkabılarınızı çıkarıp terlik giymek zorundasınız. Benim gibi büyük ayaklarınız varsa sorun olabiliyor. Ama çocuklar için problem değil. Çocuklar ayakkabılarını çıkarıp okulda tutulan temiz ayakkabılarını giyerek giriyorlar.
5. Öğle yemeklerinde birincilik Japonya’daki okulda. İki Koreli aşçı olaya son noktayı koymuşlar. Bizim oğlan Amerika’daki okulda öğle yemeklerini beğenmediği için evden götürüyordu. Öğle yemeği çok önemli bir konu. Çocuğunuzun doğru düzgün yemek yemesini istiyorsunuz.
6. Amerika’daki devlet okulları bağış topluyorlar. Ben Amerika tecrübemden sonra devlet okullarına dolaylı da olsa bağış yapılması konusuna sıcak bakmaya başladım. Bu para olmak zorunda değil. TR ve Japonya’da devlet okullarında bağış toplamak yok. Japonya’daki özel okullar bağış kabul ediyorlar. TR’deki özel okullarda bağış yok bildiğim kadarıyla.
7. Akademik olarak TR’deki okul ve Amerika’daki okul kafa kafaya. Bu arada Amerika’daki okulun sert şekilde bağış topladığını tekrar hatırlatıyorum. Tamamen ücretsiz değil. Japonya’daki okul akademik anlamda baya geride kalıyor. Ama sağ olsunlar Ingilizce’de çok iyiler.
8. Öğretmenler hepsinde çok iyi. Her öğretmen kendinden bir şeyler katıyor sınıfına. Bu sebeple hepimizin bildiği gibi öğretmen en önemli etken. Amerika’daki okulda öğretmen her okul çıkışında öğrencilerine tek tek sarılması ve çak bir beşlik yapmasıyla en sempatik öğretmen ödülünü kaptı benden.
9. Okul sonrası müzik, spor gibi konularda TR'deki özel okullar çok başarılılar. Kaya'nın Amerika'da satrançta çok başarılı olmasını TR'deki okulunda aldığı eğitime borçluyuz.
10. TR’de zor şartlar altında çok iyi işler başaran öğretmenler, müdürler, okullar var. Onlara destek olmak lazım.
11. Dünyanın her yerinde kendini eğitimci sanan veliler var.
12. Türkiye’deki okulun kıymetini daha da iyi anladık. En beğendiğimiz okul o. Ama dediğim gibi özel okul.

Deprem


Japonya'da okulu Kaya için acil durum paketi istedi. Her çocuğun şeffaf fermuarlı bir dosyası olması gerekiyor. Dosyanın içinde bir adet led lamba, üç adet paketi açılmamış sağlıklı atıştırmalık, bir adet alüminyum kaplamalı acil durum battaniyesi ve bir şise su var. Binaların sağlam kalacağını bildikleri için düdük istemiyorlar. Ama bu acil durum paketi gün içinde deprem olursa çocukların bir gece okulda kalmaları için planlanmış. Elektrik ve ısıtmanın da sekteye uğrama ihtimali yüksek. Büyük bir deprem olduğu zaman yollar kapanacağı ve toplu taşıma da çalışmayacağı için bu basit paketi ona göre planlamışlar. Her çocuğun acil durum paketi okulda duruyor.
İstanbul için de önemli. Gün içinde olabilecek büyük bir afet durumunda çocuklarımız okulda mahsur kalabilirler. Okul binalarının sağlam olduğunu varsayarsak hatta belki de kalmalılar. Yüzbinlerce velinin çocuklarına ulaşmak için okullara gitmeye çalışması da büyük problemlere yol açabilir.
Özellikle Istanbul'daki anaokullarımız ve ilkokullarımız bu konuda tedbir alıyor mu bilmiyorum. Ben rastlamadım ama belki vardır. Ama bu istenen paketin bize toplam maliyeti 30 TL civarıydı.


Üniversite nasıl seçilir? Bölüm nasıl seçilir? 

Sonuçların açıklanmasına daha var. Ama üniversiteler açılana kadar ne yapmak lazım? Sadece temel bilimler ve mühendislikler için yorum yapabilirim.
Yazın 2-3 ay tatil diye bir şey yok artık. Eskidenmiş o.
Örneğin Japonya'da üniversite öğrencilerine yaz tatili yok.
Bütün yazı TV izleyerek, bilgisayar oyunu oynayarak ve kumsalda güneşlenerek geçireceksek ayvayı yedik.
1. İngilizce öğrenmek çok önemli. Üniversite seçiminde de çok önemli. Ama mümkünse hazırlık okumamak lazım. Hazırlık okuyan öğrenciler lise bilgilerini unutuyorlar. İlk sınıfta çok zorlanıyorlar. O yüzden hemen İngilizce çalışmaya başlamak lazım.
2. Yaz boyunca hem İngilizce hem matematik (kalkülüs) calışmak lazım. İlk iki yılki matematik ve fizik dersleri sağlam matematik gerektiriyor. İntegral ve türev bilmeden olmuyor.
3. Bu yaz kodlama ve "yapay öğrenme" öğrenmeye başlamak için iyi bir fırsat. Kodlama dili olarak Python ve tensorflow öğrenmeye başlamak lazım. Bilgisayara bir şey yüklemeye gerek yok. Google hesabı yeterli.
Kodlama yapmak için bir şey yüklemeye gerek yok.
https://colab.research.google.com/
4. Temel bilimler seçecekseniz fizik, matematik, kimya, molekuler biyoloji ve genetik, biyoloji. Çift anadal yapmak önemli. Olmazsa en azından ders almak lazim. Sadece tek bölüm yetmiyor artık. İyi üniversiteler bu fırsatları sunuyor.
Bu sebeple yaz boyunca bu konuyu iyi araştırmak lazım. Hangi üniversite ne sağlıyor.
5. Mühendislikte bilgisayar mühendisliği ve elektrik elektronik bölümleri daha da popüler olacaklar. Temel sebep yapay öğrenme. Yapay zeka, yapay öğrenme çok hızlı büyüyen sektörler. Her ülke kendi AI silikon vadisini istiyor. Yapay öğrenme dersleri veren üniversiteleri iyi araştırmak lazım. Dersleri kim veriyor? Bu konuda tecrübesi olan hocalar var mı?
6. Bence üniversite bölümden daha önemli.
Yatay geçiş şartlarına iyi çalışmak lazım, ama her kurumun ek şartları var. Yaz boyunca bunları da iyi öğrenmek lazım.
www.yok.gov.tr/documents/7701936/7719456/yataygecişpdf.pdf/


Üniversiteye girdikten sonra ne yapacağınız da önemli.


1. İngilizce öğrenmek önemli. İngilizce çalışmaya devam etmek önemli.
2. Üniversitede derslere mutlaka gitmek lazım. İşini iyi yapan hocalara, işini iyi yapan öğrencilere ihtiyacımız var.
Bir öğrencinin hocayı veya dersi beğense de beğenmese de derslere düzenli katılması iş ahlakı meselesi. İşini düzgün yapmakla ilgili. Hoca derse gelmese bile gidip oturacaksın sınıfta.
Ayrıca özellikle “iyi” üniversitelerde ufuk açıcı hocalar oluyor. Söylediği bir şey, bir yönlendirme, bir tavsiye tüm hayatınızı değiştirebilir.
Yurt odasına kapanıp bilgisayar oyunu oynamak yerine derslere gelmek gerekiyor.
3. Çok sayıda öğrencimizi depresyon canavarına kaptırıyoruz. Özellikle kronik depresyon problemi olan öğrenciler mutlaka ailelerine yakın okullarda okumalı. Mutlaka yardım almak gerekiyor. Benzer bir durum hocalar içinde geçerli.
4. Üniversitede bir çok öğrenci kaybolup gidiyor. Okulu bırakan o kadar çok öğrenci var ki. Tüm üniversitelerde durum bu. Amerika’da da Japonya’da da Türkiye’de de. Bunun en büyük sebebi gençlerin kalabalığın içinde yollarını bulmakta zorlanmaları. Stres, gelecek kaygısı, ekonomik zorluklar, psikolojik rahatsızlıklar. Derslere gitmeyen öğrencilerin kaybolma olasılıkları daha yüksek. Kaybolmak yerine yardım istemek gerekiyor.
5. Bir çok öğrenci okuduğu bölümde mutlu değil. Mutlu olanlar şanslı. Tekrar sınava giren, yatay geçiş yapmaya çalışan çok öğrenci oluyor. Dünyanın sonu değil. Ama girdiğinizi bölümü en iyi şekilde bitirip sonrasında kariyer değiştirmek de mantıklı. Çünkü bir çok öğrenci üniversite veya bölüm değiştirdikten sonra da mutlu olamıyor.
6. "İyi" üniversiteler liseden çok farklılar. Hocalar "öğreten" olmaktan çok "rehber" konumundalar. Aynı zamanda araştırma yapmak, bilgi üretmek, sağlam bir akademik ekosistem oluşturmak zorundalar. Türkiye'de ilk 20-30 üniversitenin tamamında, az veya çok, "ufuk" açıcı hocalar var. Bu hocalardan yararlanmak gerek.
7. Hocaların da öğrencilerine daha fazla değer vermesi, daha fazla zaman ayırması, daha fazla emek harcaması ve uygunsuz davranışlardan uzak durması gerekiyor. Boğaziçi bu konuda oldukça iyi diğerlerine kıyasla.